Türk Tarihi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Türk Tarihi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Türk Dünyası

19 Eki 2010

Türk Dünyası

Bu Kategorideki Bazı Makale ve Videolar

1992 Hocalı Katliamı
Ana Jureği (Ana Yüreği)(Kazak Music)
Ant Etkenmen
Azerbaycan Milli Dansı (Azerbaijan National Dance)
Azerbaycan Milli Marşı / National Anthem of Azerbaijan
Avrupa'daki Türkler ve Yaşadıkları Sorunlar
Aynur Qalaykızı - Jalghan Ay
Azerbaycan'da Ermeni Katliamları
Azeri Qazaq Turkmen Uygur Tatar (Müzik)
Barat Hacı (Berat Hacı)
Bilge Kağan
Bilge Kağan Yazıtı (Gültekin Yazıtı)
Bilge Tonyukuk
Büyük Kafkas Sürgünü
Çırpınırdı Karadeniz
Dağlar Arasında Diyar (Uygur Türklerinin Tarihi)
Dombra (Nogay Türkleri Müziği)
Dünyadan ve Türkiye'den Marşlar Dinle
Eski Türkçe ve Hakaniye Türkçesi
Ey Tuvgan Elım (Ey Turan İlim)
Göktürkler
Güney Azerbaycan Cumhuriyeti Marşı 1945-1946 (South Azerbajian Republiq Music 1945-1946)
Güzel Türkistan, Sana Ne Oldu
Hasret Çektim - Leyla Yusic
Hocalı Katliamı (Belgesel)
Hunlar
Irak Çok mu Uzak
Kafkas Dansı
Kanlı Noel Olayları ve Kıbrıs Türkü'nün Ateşle İmtihanı
Karabağ Türk Toprağı Olana Kadar Bağışlama Bizi Vatan
Kazak Tın Sulu Kızdarı (Kazak Music)
Kırım Milli Marşı (Ant Etkenmen)
Kiril - Latin Alfabesi Çevrimi
Kürşâd İhtilâli (639)
Kül Tegin (Kül Tigin)
Kültigin Yazıtı (Kül Tigin Abidesi)
Online Azerice Türkçe Çeviri Programı
Özbek Çocuk Hiphop
Plevne Marşı
Rayhon - Sevgilim (Özbek Türkçesi)
Şeyh Şamil (1797 - 1871)
Tonyukuk Yazıtı (Tonyukuk Abidesi)
Türk Dili
Türk Dünyası Belgeseli
Türk Dünyası Müzikleri
Türk Dünyasında Nevruz Bayramı
Türklerin Atası Yafes (Yafet, Capaş, Olcay Han)
Türklerin Bilinmeyen Tarihi
Türklerin Kökeni ve Türk, Türkiye Kelimelerinin Menşei
Türklerin Kullandıkları Alfabeler
Türklerin Tarih Boyunca Kullandıkları Takvimler
Uygurlar
Yulduz Usmanova - Salawat-Namaz
Yusif Memmedeliyev, Nobel Ödülünü Niçin Alamadı?
Devamı ...

Ayasofya, Ezan ve Yahya Kemal

17 Eyl 2010
Eski bir kitapta okumuştum: Hayatında cami nedir bilmeyen bir adam gittiği bir köyde ilk defa minare görüyor.
Aval aval bakmaya başlıyor. Biraz sonra müezzin yukarı çıkıp, şerefeyi dolaşarak ezan okuyor. Tabii ki, ezanı bitirdikten sonra minarenin küçük kapısından içeri giriyor. Büyük bir şaşkınlıkla manzarayı seyreden ahmak, yanındaki arkadaşına, “Gördün mü ağaç adamı nasıl yuttu?” diye soruyor.

Bir kısım medyanın, “Ayasofya’nın minaresinde ezan sesleri” diye manşet atmasını ben şahsen minareyi ağaç zanneden adamın cehaletiyle eş değer buluyorum. Bunlar bilmiyorlar mı ki, Ayasofya’nın minarelerinde ezan, yaklaşık beş yüz yıldan beri okunuyor. Mabedin müzeye çevrilmesiyle birlikte ara verilen ezana, 1991 yılının Mart ayında tekrar başlanıyor ve şerefeler, ezanla bir kere daha şerefleniyor. Bu gerçeği bilmeyen bazı gazeteciler, sanki ilk defa uygulamaya konuluyormuş gibi, “Ayasofya müzesi yavaş yavaş ibadete açılıyor. Bir minareden ezan okunuyor” diyerek zihinleri bulandırmaya çalışıyorlar. Minare zaten ezan okumak içindir, şarkı türkü söylemek için değildir.



Büyük Türk hükümdarı Fatih Sultan Mehmed’in Bizans’ın başkenti Kostantıniyye’yi, İstanbul’a dönüştürmesiyle birlikte, şehirde İslam bollaşıyor. Bu arada Ayasofya da ihtida ediyor. O da Müslüman oluyor. Minareleriyle tezyin edilen bu, kadim kilise de “Selâtin Camileri”nin arasına katılıyor. İlk ahşap minareyi, Fatih bizzat kendisi yaptırıyor. İkinci Mehmed’den sonra oğlu İkinci Beyazıt soldaki minareyi inşa ettiriyor. Diğer ikisini ise İkinci Selim ilave ediyor. Bu zarafet timsali minareler ayrı ayrı isimler taşıyordu. “Baş Minare”, “Ambar Minare”, “Tuğla Minare”, “İnce Minare” diye bilinen bu minarelere müezzinler ses güzelliklerindeki sıraya göre çıkıyorlardı. “Baş Minare”ye meşhur Hafız Sami, “Ambar Minare”ye padişah müezzini Deli Hüseyin çıkıyordu. Kısacası, Ayasofya’da imamlık, müezzinlik yapmanın bile bir adabı ve erkânı vardı.

Ayasofya gibi bir mimari şahesere, ayrı bir özellik ve güzellik katan bu güzelim minarelerin bir zamanlar yıkılması istendiğini biliyor muydunuz? 6 Nisan 1966 tarihli “Yeni İstiklal”de yayımlanan belge niteliğindeki bir yazıdan anlaşıldığına göre, İstanbul Müzeler Mimarı Kemal Altan, bir gün ağlayarak ünlü tarihçi İbrahim Hakkı Konyalı’ya geliyor. İki gözü iki çeşme konuşmaya başlıyor. “İstanbul Arkeoloji Müzesi Müdürü Aziz Ogan, önceki gün beni çağırdı ve Ayasofya’nın minarelerini yıkacağız. Emir aldım!” dedi diyor. Meşhur tarihçimiz, sen merak etme, Ayasofya’nın minarelerini kimse yıkamaz diyerek Kemal Altan Bey’i teselli etmeye çalışıyor.

Konyalı, hemen bir rapor hazırlıyor. Bizans İmparatoru Jüstinyen’in Miladi 537 yılında, “Ey Süleyman! Senin mabedini geçtim!” diye öğünerek ibadete açtığı Ayasofya, Bizans’ın son günlerinde tamamen harap olmuştu. Dolayısıyla fetihten sonra gerekli takviyeler yapıldı. Mesela Sinan, mabedi kalın ve yayvan payandalarla destekledi. Ana kubbeyi tutmak için bunları da yeterli görmedi. Kuzey batı tarafına, kubbe büyüklüğüne varan iki kalın minare yapmak suretiyle kubbenin ve mabedin ömrünü uzattı.

Ayasofya, Abdülmecid zamanında da esaslı bir tamirden geçti. Şimdi mabedin yaşı daha da ilerledi. Minareler, ana kubbenin dayandığı son payandalar olmuşlar. Minareler yıkılırken -muhakkak ki- ana kubbe de yere serilecektir. Hıristiyanlık âlemi, Türkler’in bu teşebbüsüne, “Türkler Ayasofya’yı yıktılar!” diye kara damgasını basacaktır, diyor. Kemal Altan bu mealdeki raporu derhal ilgililere veriyor. Ayasofya’nın başına gelecek büyük felaketi böylece önlüyor. Meşhur tarihçimiz İbrahim Hakkı Konyalı da yukarıda bahsettiğim yazısını, “Ayasofya’nın Minarelerini Nasıl Kurtardım?” başlığıyla yayımlıyor.

Ünlü şairimiz Yahya Kemal Beyatlı da 30 Mart 1922 tarihli Tevhid-i Efkâr gazetesinde “Ezan ve Kur’an” başlığıyla neşrettiği bir yazısında diyor ki:
Yahya Kemal Beyatlı
“Yine bir gün padişahlarımızın Topkapı Sarayı’nda Revan Köşkü’nü ziyaret ediyordum; uzaktan Kur’an okunuyordu, yavaş yavaş sese doğru yaklaşırken nereden geldiğini ziyaretimde rehber olan zata sordum. Dedi ki: “Hırka-i Saadet Dairesi’nden geliyor.
Peygamberimizin hırkasını sakladığımız cennet gibi yeşil bir odanın Türkkâri penceresi önünde durduk. İçerde iki hafız vardı. Biri ellerini kavuşturmuş, gözlerini yummuş oturuyordu, diğeri diz çökmüş, müsterih ve yüksek bir sesle okuyordu, rehberime sordum: “Hırka-i Saadet önünde Kur’an ne zaman okunur?” Dedi ki: “Dört asırdan beri her saat! Geceli gündüzlü.”
Yavuz’un, Hırka-i Saadet’i Mısır’dan getirip bu odadaki mevkiine koyduğundan beri kırk hafız nöbetle Kur’an okur. Türk tarihinde bir dakika bile buradaki Kur’an sesi kesilmemiştir.
Gezintilerimde bir hakikat keşfettim. Bu devletin iki manevi temeli vardır: Fatih’in Ayasofya minaresinden okuttuğu ezan ki hâlâ okunuyor! Selim’in Hırka-i Saadet önünde okuttuğu Kur’an ki hâlâ okunuyor!
Eskişehir’in, Afyonkarahisar’ın, Kars’ın genç askerleri, siz bu kadar güzel iki şey için döğüştünüz!”
Duymuyor musunuz, yine ezan okunuyor!
(Mehmet Canıtatlı)


Ayasofya, Ezan ve Yahya Kemal
Ünlü şairimiz Yahya Kemal Beyatlı da 30 Mart 1922 tarihli Tevhid-i Efkâr gazetesinde “Ezan ve Kur’an” başlığıyla neşrettiği bir yazısında diyor ki: “Birçok günlerimi Ziya Gökalp’le konuşarak geçirdim. Diyarıbekir’in bir harika olan bu oğlu, konuştuğu zaman istikbalin muhayyel bünyanını kuran dev gibi bir mimara benzerdi: İlk Müslümanlar gibi mütedeyyin, ilk Türkler gibi bâni idi; maziye arkasını çevirmiş sâbit bir bakışla istikbale bakardı. Maziye karşı daussılamı hararetle söylediğim bir gün dedi ki:

Harabisin harabati değilsin
Gözün mazidedir ati değilsin
Ben de mazinin kulağıma fısıldadığı bir sesle,
Ne harabi ne harabatiyim,
Kökü mazide olan atiyim.
dedim.

Bir cevaptan başka ciddi manası olmayan bu sözde sonraları hissettim ki, küçük bir hakikat varmış. Mütarekeden sonra maziye karşı daüssılam arttı. Kendimi avutmak için tek başıma İstanbul’da geziniyordum. Bu şehirde geçen beş asırlık hayatımızın safhalarını birer birer hissettikten sonra gönlüm bir merhalede tevakkuf etti.
Fatih’in Edirne’den İstanbul üzerine yürüdüğü 857 senesinin baharını hissettim.
Edirne’den İstanbul üzerine o yürüyüş; yirmi iki yaşında bir çocuk olan Fatih; Kostantıniyye fethine dâir bir hadisin müjdesini hisseden o asker; tarihin en büyük faslını açmağa gelmiş olan o ejder gibi toplar, Gelibolu’dan gelen o bin bir yelkenli beyaz donanma; hâsılı o safha kalbimde canlandı.

Elli yedi gün süren muhasarada ihtiyar Akşemseddin’in kocamış bir kartal gibi kollarını açarak top gürültüsüne karışmış bir sesle: “Ya Müfettiha’l-ebvab!”diye bağırdığı tepelerden surlara baktım.
İhtiyar Karaca Bey’in Rumeli askerlerini yıldırım gibi boşaltarak kırdığı Edirnekapı ve Tekfur sarayı burçlarının üstünde oturdum. Zağanos Paşa’nın elli yedi gün Türk hamlesiyle yıkmaya çalıştığı Eğri Kapı ve Haliç kulelerini gezindim.

Yedikule’den Eyüb’e kadar Türk ordularının bir sel gibi taştığı uzun yolda yürüdüm. Topkapı’dan Edirnekapı’ya kadar giden büyük surun orta kapısından şehre girdim.
Rumi Mayısın Yirmi Dokuzuncu Salı sabahı şafak sökerken, fetih askeri ilk defa buradan girmişlerdi. O şafak vaktini, o müthiş mahşeri, 857 seneden beri İslâm’ın muntazır olduğu o sabahı, o büyük saatleri, o coşkunluğu, o sevinci, bütün kalbimle hissettim.

Fatih’in büyük tabutunun cephesinde duran destarı, Bellini’nin meşhur resmi kadar canlı bir tasvirin vehmini veriyordu. Fakat bu gördüğüm rüya maziydi.

Birgün Ayasofya minaresinden ezan okunduğunu işittim. 857 senesinin o sabahından beri asırlarca günde beş defa okunmuş olan bu ezan, hal’i vaki’di.
Bu ezanı dinlerken Fatih’i asıl manasıyla ilk defa idrak ettim!
(Dursun Gürlek, www.yenidunyadergisi.com)
Devamı ...

Fransız General Guro'nun Hatırası - Çanakkale

23 Ağu 2010
Fransız General Guro savaş sonrası anılarında aynen şunları yazmıştır.
Çanakkale Savaşlarında Fransız kuvvetleri komuta eden, General Guro, savaş sırasında bir kolu ile bir bacağının kısmını, savaş sahasında bırakarak yurduna dönmüş. Daha sonra anlattığı bir savaş hatırasında aynen şöyle diyor:
Fransızlar, Türk'ler gibi mert bir milletle savaştıkları için çocuklarınızla daima iftihar edebilirsiniz. Hiç unutmam. Biraz evvel doğa çevremizde en nefis güzellikteydi. Su çiçekleri, papatyalar, peygamber çiçekleri, leylaklar bir gökkuşağı alemi yaratıyordu.Ve şimdi, savaş sahasında dövüş bitmiş, o güzelim tablo: kan revan içindeydi. Yaralı ve ölülerin arasında dolaşıyorduk. Az evvel Türk ve Fransız askerleri süngü süngüye gelip ağır zayiat vermişlerdi.Bu sırada gördüğüm bir hadiseyi ömrüm boyunca unutmayacağım. Yerde bir Fransız askeri yatıyor,
bir Türk askeri kendi gömleğini yırtmış, onun yaralarını sarıyor, kanlarını temizliyordu. Tercüman vasıtası ile bir konuşma yaptık.
'Niçin öldürmek istediğin askere şimdi yardım ediyorsun?'
Mecalsiz haldeki Türk askeri şu karşılığı verdi:
Bu Fransız yaralanınca yanıma düştü.Cebinden yaşlı bir kadın resmi çıkardı. Bir şeyler söyledi! Anlamadım!... Ama herhalde annesi olacaktı. Benim ise kimsem yok! İstedim ki, o kurtulsun, anasının yanına dönsün!...
Bu asil ve alicenap duygu karşısında hüngür hüngür ağlamaya başladım. Bu sırada, emir subayım Türk askerinin yakasını açtı!O anda gördüğüm manzaradan yanaklarımdan sızan yaşlarımın donduğunu hissettim! Çünkü, Türk askerinin göğsünde, bizim askerinkinden çok ağır bir süngü yarası vardı ve bu yarayı bir tutam ot tıkamıştı.! ...
Az sonra ikisi de öldüler!!!
Bu generali anısına anlattığı Mehmetçik aynen ANADAN ŞEHİDE SON VEDA mısralarını anlatmaktadır.
Oğul;
Sen giderken,
Ardından baktığım oğul.
Seni gözledim,
Doğduğundan beri yaptığım gibi, Seni izledim.
Yüzüne çarparsa yel, yüreğim ürperir oğul,
Ayağına taş değerse, bağrım yanar oğlu,
Kıyamadım gülü ellemene,
Dikeni vardır diye.
Canımdan can, kanımdan kan oğul.
Ama…
Bugün git oğul.
Yoluna git.
Şu İslam toprağını gavur alacaksa,
Ezanların susacaksa,
El kemendini boynuna atacaksa ,
Çiğnenecekse şehit atanın mezarı,
Git oğul,
Git…

Bilesin ki RESUL önündedir.
Bilesin ki melekler ardındadır.
Bilesin ki dualarım semadadır.
Bilesin ki yolun ALLAH'adır.
Düşte gördüm oğul,
Bize artık vuslat,
Mahşerden sonrayadır.
Devamı ...

Ayasofya Cami mi, kilise mi, yoksa müze mi?

16 Ağu 2010

“Devekuşu”nun hikâyesini bilirsiniz… Bir “yük” yüklemek istemişler sırtına… Devekuşu, “Ben kuşum” demiş!.. “Madem öyle; uç, o zaman” demişler, bu defa da “Ben deveyim” demiş!..

Bazı olaylar da “devekuşu”nun hikâyesine benziyor!.. “Deve” midir, yoksa “kuş” mudur, bir türlü anlaşılamıyor!..
Daha doğrusu;
İşlerine gelince “deve” oluyorlar, işlerine gelmeyince “kuş!”
Meselâ, Ayasofya!..
Sorsanız “Ankara”ya;
“Ayasofya bir cami midir, kilise midir, yoksa müze mi?”
Verecekleri cevap belli:
“Ayasofya bir müzedir!”
Farzedelim ki, bu doğrudur!..
Peki ama, birkaç gün sonra Türkiye’ye gelecek olan Papa, “hangi Ayasofya’yı” ziyaret edecektir?..
“Müze Ayasofya’yı” mı?..
“Kilise Ayasofya’yı” mı?..
“Cami Ayasofya’yı” mı?..
Diyecekler ki;
“Müze Ayasofya’yı!”
Peki, soralım o zaman;
“Müzede ibadet edildiği görülmüş şey midir?”
Öyle ya;
Papa, Ayasofya’yı sadece “ziyaret” etmekle kalmayacak, orada “ibadet” de edecek!..
Eğer “ibadet” edebiliyorsa, orasını “kilise” olarak görüyor demektir!..

ATATÜRK’ÜN İMZASI TARTIŞMALI!
Oysa, biz biliyoruz ki;
Fatih Sultan Mehmed Han tarafından fethedilen İstanbul’da, “ilk Cuma namazı” kılınan mekândır Ayasofya!..
Yani, 1453 yılından 22 Kasım 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararına kadar da, “cami”dir!..
Kaldı ki, Bakanlar Kurulu’nun “o kararı” da hâlâ “tartışmalı”dır!..
Evet; “Bakanlar Kurulu”nun kararı ne kadar geçerli ve o kararın altındaki “Atatürk’ün imzası” ne kadar gerçekçi?..
Bu “imza” olayı, yıllardır tartışılıyor.
Ayrıntılara girmeden, sadece bir “soru önergesi”ni yeniden gündeme getirmek istiyorum.
AK Parti Adana Milletvekili Atilla Başoğlu, yanılmıyorsam 22 Şubat 2006′da bir “soru önergesi” vermişti Meclis’e…
Atilla Başoğlu, Ayasofya Camii’nin müzeye çevrilmesi ile ilgili 22 Kasım 1934 tarihli kararnamede birtakım çelişkiler bulunduğu, “Atatürk’ün imzasının sahte olduğu” ve metinde “ibadete kapatılacak” ibaresinin bulunmadığı iddiaları ile ilgili olarak Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin’in cevaplaması talebiyle TBMM Başkanlığı’na sunduğu önergede;
“Atatürk’ün ibadet bölümünün müze yapılması fikrine fevkalâde kızdığının Şükrü Kaya tarafından beyan edildiğini” ifade etmişti.
Kararnamede farklı antetli kâğıtlar kullanıldığını belirten Başoğlu, kararname numarası ile tarihi arasında önemli çelişkiler tespit edildiğini bildirmişti.
Kararnamede, “K.atatürk” şeklinde bulunan imzasının soyadı kanunundan 3 gün öncesinin tarihini taşıdığı ve sözkonusu kanun çıkıncaya kadar kendilerinin “Gazi Mustafa Kemal” imzası kullandığının bildirildiğine dikkat çeken Başoğlu, şu soruyu gündeme getirmişti:
“Emniyet Genel Müdürlüğü’nün 1997 tarihli incelemesinin, bu imzanın Atatürk’ün normal imzasıyla örtüşmediği, 1924 Anayasası’na göre Danıştay’ın görüşünün alınması ve mütalaanın kararnameye eklenmesi gerekliydi. Bakanlığınıza bağlı kuruluşlar, konuyla ilgili incelemede bulunmuşlar mıdır? Ne gibi sonuçlara varılmıştır? Görüşleri nelerdir? Sözkonusu kararnamenin hükmü nedir? İddialar haklı ise kararnamede esasta hatalar mevcutsa, bunların tespiti sonrasında hukukî durum ne olacaktır?”
Buyrun, bir “tartışma konusu” daha!..
Tartışacaksak, asıl bunu tartışalım!..
“Atatürk’ün imzası, sahte midir, değil midir?.. Onun yerine imza mı atılmıştır?” sorusunu açıklığa kavuşturalım da, ondan sonra “müze” olduğu iddialarına inanalım!..
Ve soralım:
Ayasofya, eğer “müze” ise, Papa’nın orada “ibadet” etmesine göz yumulacak mı?..Bir soru daha:
Bir “müze”de ibadet etmek serbest ise, orada “namaz” kılan Alperen Ocakları’na mensup gençler niye gözaltına alındı?..
Ne yani;
“Papa”ya serbest olan ibadet, “Alperen”lere yasak mı?

ASIL İŞGAL EDİLEN, KURTUBA CAMİİ!
Duydum ki, İtalyan gazeteleri şöyle başlık atmışlar:
“Ayasofya işgal edildi!”
Demek ki, Ayasofya’yı onlar da “kilise” olarak görüyorlar!.. Evet, öyle görüyor olmalılar ki, “Ayasofya’da namaz” kılınınca, nasırlarına basılmış gibi havalara zıplamışlar!..
Peki ama, “kendileri” ne yapıyor?..
Bir yandan “kilisede namaz kılındı” diye böğürüyorlar, öte yanda kendileri “camide ayin” yapıyorlar!..
Evet, “cami”de!..
“Kurtuba Camii”nde!..
Daha önce de yazmıştım;
İspanya’da bulunduğumuz 11 Kasım 2005 günü; “Endülüs İslâm Medeniyeti”nin muhteşem eserlerinden biri olan ve fakat, “hançerlenip”, tam böğrüne “katedral” oturtulan “Kurtuba Camii”nde, sadece “2 rekât namaz” kılmamıza izin verilmemişti!..
Ama, bu muhteşem caminin diğer bölümlerinde “ayin” yapılıyordu!..
“Papaz”ların, “kardinal”lerin seslerini duyduğumuz o mekânda, “Kurtuba Camii” olarak kalabilen bölümün, ne yazık ki “mihrabı kapalı”ydı!.. “Minber” de “zincirli ve kilitli”ydi!..
Dahası da var!..
“Namaz” kılarsak, “anlayış” gösterilip gösterilmeyeceğini sorduğumuz İspanyol rehber; “Bırakın anlayış gösterilmesini” deyip, eklemişti: “Burada namaz kılmak, özellikle yasak!”

TAM BİR BATI İKİYÜZLÜLÜĞÜ!
Şimdi sormak gerekmez mi, İtalya’daki bu “Hıristiyan” güruha;
“İşgal edilen Ayasofya mıdır, yoksa Kurtuba Camii mi?”
Öyle ya;
Kurtuba Camii’nde her gün “ayin” yapılıyor!.. Ayasofya ise, “namaz”a kapalı!..
“Camide ayin” yapan İspanyollara kimsenin gıkı çıkmıyor!.. Ama, Ayasofya’da “namaz” kılındı mı, hemen havalara zıplıyorlar!..
Söyleyin Allah aşkına;
“İkiyüzlülük” değilse, nedir bu?..
Ama, asıl “çifte standart” bizde!..
Hâlâ karar veremedik;
Ayasofya bir “cami” midir, “kilise” mi, yoksa “müze” mi?..
Görünen o ki;
“Kesin karar” verilmediği sürece, bu tartışmalar devam edecek!..
Ve biz, hep soracağız;
“Cami” ise, niye “namaz” kıldırılmıyor?.. “Müze” ise, Papa’nın “ibadet”ine niye izin veriliyor?..
Var mı, bu soruların cevabını verecek biri!??
Hasan Karakaya
Vakit Gazetesi
Devamı ...

Cumhuriyetin ilk yıllarında 10 yaşındaki çocuklara Anlatılan Sultan 2.ABDULHAMİD HAN

16 Ağu 2010

1924 yılında 3.sınıf milli tarih kitabında ULU HAKAN ın fotografı altında yazan not...
16-17 sene evvel memleketimizin başında hala istibdad belası ve Abdülhamid isminde cahil,zalim bir padişah vardı.Abdülhamid istiyordu ki,milyonlarca insan daima kendine esir etsin,kendisi Yıldız'daki sarayında zevk u safasında yaşasın.Abdülhamid bu maksatla mektepleri kapatıyor,kitapları yasak ediyor,gazeteleri çıkartmıyordu;çünkü bir memlekette cehalet olmadıkça zulüm ve istibdadda olamaz.
Abdülhamid'in zalim ve korkunç istibdad idaresinin memleketi ezip harap ettiği,uyuşturduğu,çöküş uçurumuna sürüklediği muhakkaktı.(Köprülüzade Mehmed Fuad,Milli Tarih,İstanbul-1340-1924)


''Bilseniz ne kara günlerdi.Türk milleti kan ağlıyordu''



Resmin altında ise şu yazıyor:’’İstibdad devrinin iğrenç bir timsali : İstibdad devrinin adamları zalim Abdülhamid’e tapınmaktan utanmazlardı.’’

Fuad Köprülü'nün Milli Tarih isimli kitabında,sayfa 6’da hayali bir resim göze çarpıyor:Sol tarafta Abdülhamid elleri arkasında ayakta duruyor,ayaklarına kapanmış biri ve kapanmaya hazırlanan el pençe divan duran başkaları dikkat çekiyor(Mustafa Armağan)
Devamı ...