Güncel Bilgi-Makale etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Güncel Bilgi-Makale etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Ayasofya, Ezan ve Yahya Kemal

17 Eyl 2010
Eski bir kitapta okumuştum: Hayatında cami nedir bilmeyen bir adam gittiği bir köyde ilk defa minare görüyor.
Aval aval bakmaya başlıyor. Biraz sonra müezzin yukarı çıkıp, şerefeyi dolaşarak ezan okuyor. Tabii ki, ezanı bitirdikten sonra minarenin küçük kapısından içeri giriyor. Büyük bir şaşkınlıkla manzarayı seyreden ahmak, yanındaki arkadaşına, “Gördün mü ağaç adamı nasıl yuttu?” diye soruyor.

Bir kısım medyanın, “Ayasofya’nın minaresinde ezan sesleri” diye manşet atmasını ben şahsen minareyi ağaç zanneden adamın cehaletiyle eş değer buluyorum. Bunlar bilmiyorlar mı ki, Ayasofya’nın minarelerinde ezan, yaklaşık beş yüz yıldan beri okunuyor. Mabedin müzeye çevrilmesiyle birlikte ara verilen ezana, 1991 yılının Mart ayında tekrar başlanıyor ve şerefeler, ezanla bir kere daha şerefleniyor. Bu gerçeği bilmeyen bazı gazeteciler, sanki ilk defa uygulamaya konuluyormuş gibi, “Ayasofya müzesi yavaş yavaş ibadete açılıyor. Bir minareden ezan okunuyor” diyerek zihinleri bulandırmaya çalışıyorlar. Minare zaten ezan okumak içindir, şarkı türkü söylemek için değildir.



Büyük Türk hükümdarı Fatih Sultan Mehmed’in Bizans’ın başkenti Kostantıniyye’yi, İstanbul’a dönüştürmesiyle birlikte, şehirde İslam bollaşıyor. Bu arada Ayasofya da ihtida ediyor. O da Müslüman oluyor. Minareleriyle tezyin edilen bu, kadim kilise de “Selâtin Camileri”nin arasına katılıyor. İlk ahşap minareyi, Fatih bizzat kendisi yaptırıyor. İkinci Mehmed’den sonra oğlu İkinci Beyazıt soldaki minareyi inşa ettiriyor. Diğer ikisini ise İkinci Selim ilave ediyor. Bu zarafet timsali minareler ayrı ayrı isimler taşıyordu. “Baş Minare”, “Ambar Minare”, “Tuğla Minare”, “İnce Minare” diye bilinen bu minarelere müezzinler ses güzelliklerindeki sıraya göre çıkıyorlardı. “Baş Minare”ye meşhur Hafız Sami, “Ambar Minare”ye padişah müezzini Deli Hüseyin çıkıyordu. Kısacası, Ayasofya’da imamlık, müezzinlik yapmanın bile bir adabı ve erkânı vardı.

Ayasofya gibi bir mimari şahesere, ayrı bir özellik ve güzellik katan bu güzelim minarelerin bir zamanlar yıkılması istendiğini biliyor muydunuz? 6 Nisan 1966 tarihli “Yeni İstiklal”de yayımlanan belge niteliğindeki bir yazıdan anlaşıldığına göre, İstanbul Müzeler Mimarı Kemal Altan, bir gün ağlayarak ünlü tarihçi İbrahim Hakkı Konyalı’ya geliyor. İki gözü iki çeşme konuşmaya başlıyor. “İstanbul Arkeoloji Müzesi Müdürü Aziz Ogan, önceki gün beni çağırdı ve Ayasofya’nın minarelerini yıkacağız. Emir aldım!” dedi diyor. Meşhur tarihçimiz, sen merak etme, Ayasofya’nın minarelerini kimse yıkamaz diyerek Kemal Altan Bey’i teselli etmeye çalışıyor.

Konyalı, hemen bir rapor hazırlıyor. Bizans İmparatoru Jüstinyen’in Miladi 537 yılında, “Ey Süleyman! Senin mabedini geçtim!” diye öğünerek ibadete açtığı Ayasofya, Bizans’ın son günlerinde tamamen harap olmuştu. Dolayısıyla fetihten sonra gerekli takviyeler yapıldı. Mesela Sinan, mabedi kalın ve yayvan payandalarla destekledi. Ana kubbeyi tutmak için bunları da yeterli görmedi. Kuzey batı tarafına, kubbe büyüklüğüne varan iki kalın minare yapmak suretiyle kubbenin ve mabedin ömrünü uzattı.

Ayasofya, Abdülmecid zamanında da esaslı bir tamirden geçti. Şimdi mabedin yaşı daha da ilerledi. Minareler, ana kubbenin dayandığı son payandalar olmuşlar. Minareler yıkılırken -muhakkak ki- ana kubbe de yere serilecektir. Hıristiyanlık âlemi, Türkler’in bu teşebbüsüne, “Türkler Ayasofya’yı yıktılar!” diye kara damgasını basacaktır, diyor. Kemal Altan bu mealdeki raporu derhal ilgililere veriyor. Ayasofya’nın başına gelecek büyük felaketi böylece önlüyor. Meşhur tarihçimiz İbrahim Hakkı Konyalı da yukarıda bahsettiğim yazısını, “Ayasofya’nın Minarelerini Nasıl Kurtardım?” başlığıyla yayımlıyor.

Ünlü şairimiz Yahya Kemal Beyatlı da 30 Mart 1922 tarihli Tevhid-i Efkâr gazetesinde “Ezan ve Kur’an” başlığıyla neşrettiği bir yazısında diyor ki:
Yahya Kemal Beyatlı
“Yine bir gün padişahlarımızın Topkapı Sarayı’nda Revan Köşkü’nü ziyaret ediyordum; uzaktan Kur’an okunuyordu, yavaş yavaş sese doğru yaklaşırken nereden geldiğini ziyaretimde rehber olan zata sordum. Dedi ki: “Hırka-i Saadet Dairesi’nden geliyor.
Peygamberimizin hırkasını sakladığımız cennet gibi yeşil bir odanın Türkkâri penceresi önünde durduk. İçerde iki hafız vardı. Biri ellerini kavuşturmuş, gözlerini yummuş oturuyordu, diğeri diz çökmüş, müsterih ve yüksek bir sesle okuyordu, rehberime sordum: “Hırka-i Saadet önünde Kur’an ne zaman okunur?” Dedi ki: “Dört asırdan beri her saat! Geceli gündüzlü.”
Yavuz’un, Hırka-i Saadet’i Mısır’dan getirip bu odadaki mevkiine koyduğundan beri kırk hafız nöbetle Kur’an okur. Türk tarihinde bir dakika bile buradaki Kur’an sesi kesilmemiştir.
Gezintilerimde bir hakikat keşfettim. Bu devletin iki manevi temeli vardır: Fatih’in Ayasofya minaresinden okuttuğu ezan ki hâlâ okunuyor! Selim’in Hırka-i Saadet önünde okuttuğu Kur’an ki hâlâ okunuyor!
Eskişehir’in, Afyonkarahisar’ın, Kars’ın genç askerleri, siz bu kadar güzel iki şey için döğüştünüz!”
Duymuyor musunuz, yine ezan okunuyor!
(Mehmet Canıtatlı)


Ayasofya, Ezan ve Yahya Kemal
Ünlü şairimiz Yahya Kemal Beyatlı da 30 Mart 1922 tarihli Tevhid-i Efkâr gazetesinde “Ezan ve Kur’an” başlığıyla neşrettiği bir yazısında diyor ki: “Birçok günlerimi Ziya Gökalp’le konuşarak geçirdim. Diyarıbekir’in bir harika olan bu oğlu, konuştuğu zaman istikbalin muhayyel bünyanını kuran dev gibi bir mimara benzerdi: İlk Müslümanlar gibi mütedeyyin, ilk Türkler gibi bâni idi; maziye arkasını çevirmiş sâbit bir bakışla istikbale bakardı. Maziye karşı daussılamı hararetle söylediğim bir gün dedi ki:

Harabisin harabati değilsin
Gözün mazidedir ati değilsin
Ben de mazinin kulağıma fısıldadığı bir sesle,
Ne harabi ne harabatiyim,
Kökü mazide olan atiyim.
dedim.

Bir cevaptan başka ciddi manası olmayan bu sözde sonraları hissettim ki, küçük bir hakikat varmış. Mütarekeden sonra maziye karşı daüssılam arttı. Kendimi avutmak için tek başıma İstanbul’da geziniyordum. Bu şehirde geçen beş asırlık hayatımızın safhalarını birer birer hissettikten sonra gönlüm bir merhalede tevakkuf etti.
Fatih’in Edirne’den İstanbul üzerine yürüdüğü 857 senesinin baharını hissettim.
Edirne’den İstanbul üzerine o yürüyüş; yirmi iki yaşında bir çocuk olan Fatih; Kostantıniyye fethine dâir bir hadisin müjdesini hisseden o asker; tarihin en büyük faslını açmağa gelmiş olan o ejder gibi toplar, Gelibolu’dan gelen o bin bir yelkenli beyaz donanma; hâsılı o safha kalbimde canlandı.

Elli yedi gün süren muhasarada ihtiyar Akşemseddin’in kocamış bir kartal gibi kollarını açarak top gürültüsüne karışmış bir sesle: “Ya Müfettiha’l-ebvab!”diye bağırdığı tepelerden surlara baktım.
İhtiyar Karaca Bey’in Rumeli askerlerini yıldırım gibi boşaltarak kırdığı Edirnekapı ve Tekfur sarayı burçlarının üstünde oturdum. Zağanos Paşa’nın elli yedi gün Türk hamlesiyle yıkmaya çalıştığı Eğri Kapı ve Haliç kulelerini gezindim.

Yedikule’den Eyüb’e kadar Türk ordularının bir sel gibi taştığı uzun yolda yürüdüm. Topkapı’dan Edirnekapı’ya kadar giden büyük surun orta kapısından şehre girdim.
Rumi Mayısın Yirmi Dokuzuncu Salı sabahı şafak sökerken, fetih askeri ilk defa buradan girmişlerdi. O şafak vaktini, o müthiş mahşeri, 857 seneden beri İslâm’ın muntazır olduğu o sabahı, o büyük saatleri, o coşkunluğu, o sevinci, bütün kalbimle hissettim.

Fatih’in büyük tabutunun cephesinde duran destarı, Bellini’nin meşhur resmi kadar canlı bir tasvirin vehmini veriyordu. Fakat bu gördüğüm rüya maziydi.

Birgün Ayasofya minaresinden ezan okunduğunu işittim. 857 senesinin o sabahından beri asırlarca günde beş defa okunmuş olan bu ezan, hal’i vaki’di.
Bu ezanı dinlerken Fatih’i asıl manasıyla ilk defa idrak ettim!
(Dursun Gürlek, www.yenidunyadergisi.com)
Devamı ...

Padişah Tabloları Gerçek mi?

17 Eyl 2010
Tarih konusunda gençlerimizin kafası bir hayli karışık: Bunu gelen mektuplardan anlıyorum.
Böyle olması da doğal: Zira tarihimiz siyasi, ideolojik amaçlarla kullanılıyor.
Ayrıca da bu memlekette “tarih spekülasyonu” yapılıyor.
Bir bakıma tarih, bu çerçevede oluşturulmuş farklı bir “Ergenekon çetesi”nin tasallutuna maruzdur!
Bu çete yıllardır “Tarihin yumuşak karnı” sandıkları bölümlerine kontra yumruklar indiriyor.
Hâlbuki her şeyin bir izahı vardır:
Yeter ki, insan öğrenme maksadıyla tarihe gitsin. Gözlemleyebildiğim kadarıyla, bazıları “öğrenmek” maksadıyla değil, “öldürmek” maksadıyla tarihe gidiyor.
Dolayısıyla da işler içinden çıkılmaz hale geliyor.

“Tarihin yumuşak karnı” sayılan bölümler belli:
1. Şehzade katli;
2. Padişahların yabancı kadın almaları;
3. Hacca gitmemeleri;
4. Çok sayıda evlenmeleri.

Tarkan Yılmaz’ın sorusu da son maddeyle ilgili: “Neden padişahlar çok evlilik ve çok çocuk yaptılar?” diye soruyor.
Çünkü buna bir bakıma mecburdular.
Neden derseniz, biliyorsunuz devlet sürekli savaş halindeydi.
Babalarıyla savaşlara katılan şehzadelerden kaçının sağ kalacağı bilinemezdi. Üstelik sık sık salgın hastalık çıkıyor, bazı şehzadeler de bu şekilde ölüyordu.
Bu bakımdan padişah, mümkün olduğu kadar çok erkek çocuk sahibi olmak zorundaydı. Yoksa Osmanlı tahtı varissiz kalabilirdi.
Hüma Ayfer Salmaz/ Mudanya; “Tarih kitaplarımızda yer alan padişah resimlerinin gerçekle ilgisi var mı?
Batılı ressamların fırçasından çıkma “Veronese Serisi” denen tabloların gerçekle ilgisi yoktur. “Şark Sultanı” olarak gördükleri padişahları hayallerinde canlandırdıkları gibi çizdiler. Ayrıca “Osmanlı sarayı” tabloları da hayal ürünüdür.
Ama yabancı yazarlar bu tablolara bakarak “Osmanlı hayatı” hakkında hüküm verici romanlar kaleme alıyorlar.
Bir anlamda “Şark Masalı” yazıyorlar.
Hazin ki, işin aslını bilmeyen gençlerimiz de bunları okuyarak Osmanlılar hakkında “karar” veriyor.
Dediğim gibi, günümüze gelen padişah tablolarının ve saray görüntülerinin gerçekle ilgisi yoktur.
Zaten bu padişahların şiş karınlı, ablak suratlı, süslü-püslü ve çirkin çizilmelerinden de bellidir.
Biri Sultan IV. Murad’ı ipekler içinde gösteriyor, diğeri sade giyimiyle ünlü Yavuz’un kulağına küpe takıp başına tâç giydiriyor.
Bir kere Osmanlı padişahları padişah ilân edilirken bile tâç giymez, sadece kılıç kuşanırdı. Bu merasim de genellikle Eyüp Sultan Camii’nde yapılırdı.
“Tâç giymek” Batılı hükümdarlara mahsustur, çünkü tâç Batı kültüründe hâkimiyet alâmeti olarak görülmektedir. Osmanlı’nın hâkimiyet alâmeti ise kılıçtır.
Bu gibi tablolarda Osmanlı padişahlarının alabildiğine şişman, ablak suratlı, yağlı ve çirkin gösterildiğine dikkat çekmek isterim.
Haremi de işte aynı yaklaşımla kaleme aldılar.
Vaktiyle İstanbul’a gelen Batılı gezginlerden bazıları, görmeleri mümkün olmayan haremi hayal ederek kâğıda döktüler. Görmediklerini de ısrarla sakladılar. Kendi ülkelerindeki “saray entrikaları” da rehberleri oldu. Böylece ortaya Osmanlı ile ilgisi bulunmayan tuhaf masallar yığını çıktı.
Tarih konusunda özellikle gençlerimizi daha duyarlı ve daha derin olmaya çağırıyorum.

Yıldıray Sağlam/ Kayseri; “Yeniçerilerin evlenmediğini duydum. Bu doğru mu?”
Sevgili Yıldıray ve sevgili gençler! “Duyum” deyişini artık aşmamız lâzım. Piyasada bunca kitap varken, kulaktan kulağa oynamak, Türkiye’nin geleceği hakkında beslediğimiz umutları tökezletir. Bilgilerimizi mutlaka kitaba, yani kaynağa dayandırmalıyız. Ancak o zaman birikim edinebiliriz. Zaten duyumlar da çoğunlukla yarım yamalak olur.
Bu girişten sonra, gelelim yeniçerilerin evlenme bahsine: Evet, doğru duymuşsunuz: Gerçekten de yeniçeriler “Yeniçeri” olarak kaldıkları müddetçe evlenemezlerdi.
Tabii bunu bile bile yeniçeri olurlardı.
Unutmayalım ki, Osmanlı Devleti, etrafı Hıristiyan devletlerle çevrili olduğu için sürekli savaş halinde bulunuyordu. Devletin en vurucu gücü de yeniçerilerdi. Yeniçeriler seferden sefere koşarlardı. Doğal olarak düzenli bir hayatları yoktu.
İşte bu yüzden evlilik sorumluluğunu ancak emeklilikten sonra üzerlerine alırlar, çoluk çocuğa karışırlardı.
Bunun dışında duyduklarınız (ki o soruları yazmıyorum) doğru değildir.
Detaylı bilgi için Enver Behnan Şapolyo’nun “Yeniçeriler” isimli kitabına bakabilirsiniz.
Devamı ...

Sultan 2. Abdulhamid han’ın mektubu, filistin’i yahudilere vermedim

17 Eyl 2010
31 Mart Vakası olarak bilinen ayaklanmayla İttihatçılar tarafından tahttan indirilip Selanik'e gönderilen Sultan II. Abdülhamid'in, bu dönemde Suriye'deki şeyhi Mahmut Ebu Şamat'a yazdığı mektup tarihe ışık tutuyor. 

Mektupta Sultan II. Abdülhamid, İttihatçıların ve Yahudilerin tüm ısrarlarına ve 150 milyon altın tekliflerine rağmen Kudüs'ü nasıl satmadığını kendi ağzıyla anlatıyor. Abdülhamid Han, mektubunda özellikle Filistin'de Yahudilere toprak vermediği için tahttan indirildiğini dile getiriyor.

Sultan Abdülhamid'e bir cevap mektubu yazan Mahmut Ebu Şamat da halifeye hitaben "Sen Müslüman ve hilafet üzerindeki emanete riayet ettin. Bu davranışın sebebiyle Allah senden ebeden razı olsun." diyerek kendisini teselli ediyor. Şeyh Mahmut Abuşamat'ın yakınları tarafından günümüze kadar kutsal bir emanet gibi korunan iki mektup da güvence altına alınmak üzere Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad'a sunuldu.


31 Mart Vakası'nın ardından tahttan indirilen Sultan Abdülhamid, sürgün kaldığı Selanik'teki Alatini Köşkü'nde belki de hayatının en zor günlerini yaşadı. II. Abdülhamid, bu dönemde yaşadıkları sıkıntıları Şam'da bulunan ve mensubu olduğu Şazeli Şeyhi Mahmut Ebu Şamat ile yazdığı bir mektupla paylaştı. Tahttan indirilişi, olayların arka planı, sebepleri ve o şartları anlatan bir mektup yazan Sultan Abdülhamid, mektubu gizlice köşkün muhafızı ile Şam'da bulunan şeyhi Mahmut Ebu Şamat'a gönderdi.

ŞEYHİN ABDÜLHAMİD'E CEVABI...

Mahmut Ebu Şamat, gelen mektubu büyük inkisarla okuduktan sonra cevaben bir mektup ele aldı. Şeyh Ebu Şamat'ın 2. kuşak torunu olan Ammar Ebu Şamat dedesinin ele aldığı mektupta, şu ifadeleri yazdığını naklediyor: "Müslümanların Halifesi; Sen Müslüman ve hilafet üzerindeki emanete riayet ettin. Allah sana sabredenlerin ecrini versin. Bu davranışın sebebiyle Allah senden ebeden razı olsun… Ey mülkün sahibi ve mâliki olan Allah'ım! Sen mülkü istediğine verirsin, mülkü istediğinden çeker alırsın. İstediğini aziz kılarsın, istediğini zelil kılarsın. Hayır senin elindedir. Muhakkak sen her şeye Kâdir'sin."

Yaklaşık 100 yıllık tarihi mektup Mahmut Ebu Şamat'ın yakınları tarafından büyük özenle saklanmış. Kutsal bir emanet gibi korunan ve geleceğe adeta ışık tutan Sultan Abdülhamid'in bizzat kendi eliyle yazdığı mektup Suriye'de büyük özveri ile korunuyor. Sultan Abdülhamid'in mensubu olduğu Şazeli Şeyhi Mahmut Ebu Şamat'ın 2. kuşak torunu olan Ammar Ebu Şamat, büyük bir özveri ile korudukları mektup için ayrı bir ihtimam gösterdiklerini anlatıyor. Çıktığı hutbelerde Sultan Abdülhamid'in ne kadar büyük bir Sultan olduğunu anlatmak amacıyla birçok kez bu mektubu okuduğunu anlatan torun Ebu Şamat, "Sultan Abdülhamid, Yahudiler tarafından 150 milyon İngiliz altını teklif edilmesine rağmen 'dünya dolusu altın verseniz bu teklifinizi kabul etmem' diyerek huzurundan kovuyor. Gün geçtikte bu yüce insanın önemini anlıyoruz." diyerek büyük sultana sevgisini anlatıyor.

MEKTUBU SATIN ALMAK İÇİN YÜKLÜ PARA TEKLİFİ YAPILDI; AMA AİLE MECLİSİ ESAD'DA KARAR KILDI

Mektubun tarihi ve manevi bir boyutunun olduğunu kaydeden torun Ammar Ebu Şamat, "Mektuplar yıllarca büyük bir özveri ile saklandı. Büyük dedem Ebu Şamat, İttihatçılar döneminde de mektubu korudu. Şam'ın Fransız işgalinde de bu emanet korundu. Şimdi torunları olarak bu güne kadar muhafaza ettik. Ancak aile fertlerine büyük para teklifleri gelmeye başladı. Bu teklifler üzerine aile fertleri bir araya gelerek alınacak kararı tartıştık." şeklinde konuşuyor.

Ammar Ebu Şamat, büyük dedesine gönderilen mektubun önemli ve tarihî bir bölge olduğu için güvenilir bir mekanda muhafaza edilmesine karar verdiklerini söyledi. Ebu Şamat, "Aile fertlerine büyük paralar teklif edildi. Önemli ve tarihi bir belge olduğu için aile meclisi bunu reddetti. Ardından bu emanet mektubu emin ve güvenilir bir yere vermeye karar verdik. Aile fertlerinden Dr. Faruk Ebu Şamat bu mektubu Devlet Başkanı Beşşar Esad'a gönderdi. Kendisi korusun diye." diyerek mektubu güvence altına aldıklarını söyledi.

Sultan Abdülhamid'in, şeyhi ve mürşidi Ebu Şamat'a gönderdiği mektup aynen şöyle:

"Yâ Hû

Bismillahirrahmanirrahim vebihi nestain

Elhamdülillahi rabbil-alemin ve efdalü salati ve ettemmü teslim ala Seyyidina Muhammedin resulü rabbul-alemin ve ala alihi ve sahbihi ecmain vettabiine ila yevmiddin.

İşbu arîzamı tarikat-i Şazeli Şeyhi vücutlara ruh ve hayat veren ve cümlenin efendisi bulunan Eşşeyh Mahmud Ebüşşamât Hazretlerine ref ediyorum:

Mübarek ellerini öperek ve duâlarını rica ederek selâm ve hürmetlerimi takdimden sonra arz ederim ki, sene-i haliye şehr-i mayısın 2. günü tarihli mektubunuz vasıl oldu. Sıhhat ve selâmette daim olduğunuzdan dolayı Allah'a hamd ve şükürler ettim… Efendim, evrâd-ı Şazeli kıraatine ve vazife-i Şazeliyyeye, Allah'ın tevfikiyle gece ve gündüz devam ediyorum. Ve bu vazifeleri edâya muvaffak olduğumdan dolayı Allah Teâlâ Hazretlerine hamd ederim ve dâvet-i kalbiyenize daima muhtaç olduğumu arz ederim.

Bu mukaddimeden sonra, şu mühim meseleyi zat-ı reşadetpenahilerine ve zat-ı semahatpenahilerin emsali ukulü selim sahiplerine tarihî bir emanet olarak arz ederim ki, ben Hilâfet-i İslâmiyeyi hiçbir sebeple terk etmedim.

Ancak ve ancak 'Jön Türk' ismiyle maruf ve meşhur olan İttihat Cemiyeti'nin rüesasının tazyik ve tehdidiyle Hilâfet-i İslâmiyeyi terke mecbur edildim. Bu ittihatçılar, Arazi-i Mukaddese ve Filistin'de Yahudiler için bir vatan-ı kavmî kabul ve tasdik etmediğim için ısrarlarında devam ettiler.

Bu ısrarlarına ve tehditlerine rağmen ben de katiyen bu teklifi kabul etmedim. Bilâhare yüz elli milyon altun İngiliz lirası vereceklerini vaat ettiler. Bu teklifi dahi katiyen reddettim ve kendilerine şu sözle mukabelede bulundum: 'Değil yüz elli milyon İngiliz lirası, dünya dolusu altın verseniz bu tekliflerinizi katiyen kabul etmem! Ben otuz seneden fazla bir müddetle Millet-i İslâmiye'ye ve Ümmet-i Muhammediye'ye hizmet ettim. Bütün Müslümanların ve salatin ve Hulefa-i İslâmiyeden aba ve ecdadımın sahifelerini karartmam ve binaenaleyh bu tekliflerinizi mutlaka kabul etmem' diye kat''î cevap verdikten sonra hal'imde ittifak ettiler.

Ve beni Selanik'e göndereceklerini bildirdiler. Bu son tekliflerini kabul ettim ve Allah Teâla'ya hamd ettim ki ve ederim ki; Devlet-i Osmaniyye ve Alem-i İslâm'a ebedî bir leke olacak olan tekliflerini, yani Arazi-i Mukaddese ve Filistin'de Yahudi devleti kurulmasını kabul etmedim. İşte bundan sonra olan oldu. Ve bundan dolayı da Mevlâ-yı Müteal Hazretlerine hamd ederim.

Bu mühim meselede şu maruzatım kâfidir.

Ve şu sözlerimle mektubuma hitam veriyorum. Mübarek ellerinizden öperek hürmetlerimi kabul buyurmanızı sizden rica ve istirham ederim. İhvan ve asdıkamın cümlesine selâmlar ederim.

Ey benim muazzam üstadım! Bu bâbda sözümü uzattım. Muhat-ı ilmi semahatpenahileri ve bütün cemaatinizin mâlûmu olmak için uzatmaya mecbur oldum.
Veselâmualeyküm ve rahmetullahi ve berakatühü. Hadim-i el-Müslimin Abdülhamid

Devamı ...

Gayr-i müslim kimselerin dilinden Osmanlı'nın Ahlaki Faziletleri

23 Ağu 2010
Geçmişe körü körüne bağlanmamak gerekir diyor kimi kalem sahipleri. Doğru söylüyorlar, haklılar. Sözlerine bir şeyi ilave etmeyi unutuyorlar, körü körüne bağlılık olmamalı ama cahilce hasımlık hiç olmamalı. Bu sebeple bir tarafın sevdiğini diğeri yererken dikkatli sözcükler kullanmalı ve geçmiş geçmiş olduğu için karalanmamalı. Sözler sağlam delilleri barındırmalı. Öyleyse geçmiş şahit olanların sözlerinden nakledilmeli.



“Temizlik îmândandır!”

“Temizlik îmânın yarısıdır!” hadîs-i şerîflerini nefis hüsn-i hatlarla yazarak evlerinin ve
ibâdethânelerin duvarlarına asan Osmanlılar, bunları daha ziyâde gönüllerine yerleştirerek kendilerine şiâr ve düstur edinmişlerdir. Bu temizlik, hem maddî hem de mânevî olarak gerçekleştirilmiştir. Çünkü temizlik, dînî vazîfelerle iç içedir. Günde beş vakit namaz için abdest alınmak suretiyle yüzler, eller, ayaklar ve ağızlar mütemâdiyen temizlenmiş olurdu. Ayrıca her yemekten evvel ve sonra mutlakâ eller yıkanırdı.



Temizlik husûsunun kusursuz olması için köylere varana kadar her tarafta hamamlar yapılmıştır. Türk evleri, son derece temizdir. Ayakkabılarla aslâ içeri girilmez. Her yer, namaz kılınabilecek derecede pırıl pırıldır. Evlerde hayvan beslemek diye bir şey yoktur. Hattâ kuş bile sokulmaz. Bu güzel hasletlerin tabiî bir neticesidir ki Osmanlılar, umûmiyetle gürbüz yapılı, kuvvetli kimseler olarak tebârüz etmiştir. Batılıların kendi ifâdeleriyle o dönemdeki temizlik mahrûmu obur Avrupa’nın tek bir şehrinde bile bütün Osmanlı mülkünden daha çok sakat ve biçimsiz insanlar vardı.

Meşhur Louvre (Luur) sarayında helânın unutulmuş olması, o zamanki Avrupa’nın temizlik husûsundaki hâlini ortaya koymak için kâfîdir. Nitekim bir zamanlar Fransa’da şemsiyenin, sokağa atılan kirli sulardan korunmak için kullanılmış olduğu da rivâyetler arasındadır.
Thevenot:
“Türkler sıhhatli yaşarlar ve az hasta olurlar. Bizim memleketlerdeki böbrek hastalıkları ve daha bir sürü tehlikeli hastalıkların hiçbiri onlarda yoktur. İsimlerini dahî bilmezler. Öyle zannediyorum ki, Türkler’in bu mükemmel sıhhatlerinin başlıca sebeplerinden biri de sık sık yıkanmaları ve yiyip içmedeki itidalleridir. Onlar, gâyet az yerler. Yedikleri de, hıristiyanlar gibi karma karışık değildir.” der.
“Yemeklerden evvel ve sonra elleri yıkamak, Türkler arasında vazgeçilmeyecek derecede umûmî bir âdet hükmünü almıştır.” diye ilave eder.

Tavernier:
“Türkiye’de sofradan kalkılır kalkılmaz mutlakâ ellerle ağızlar yıkanır. Önünüze sıcak suyla sabun getirilir. Büyüklerin konaklarında ya gül suyu veya güzel kokulu başka bir su da ikrâm edilir. Bunlarla da mendilinizin bir ucunu ıslatırsınız.” der.

Durdent:
“Türkler, dînî bir vazîfe olarak günde beş vakit namaz kılmak ve birçok defa abdest almakla mükelleftirler. Onlar bu şekilde rûhen de temizleneceklerine inanırlar.” der.
Dr. Brayer de:
“Osmanlı, yıkanıp temizlenmeyi hiçbir zaman ihmâl etmez. Tâkatten düşse bile çocukları, uşakları veya hanımı vasıtasıyla yıkanıp temizlenir. Öldüğü zaman da cenâzesi bile şeriât ahkâmına göre yıkanıp temizlenmeden tabutuna konulmaz. Oysa Avrupalılar, hastalandıklarında veya tâkatten düştüklerinde temizlik kaygısını umûmiyetle unutuverirler. Ölünce de evinde bulunabilen en kötü beze sarılıp dikildikten sonra tabuta konulurlar. Âilesi cesedinin en sathî bir şekilde temizlenmesini aklından bile geçirmez.” demektedir.
Özellikle Osmanlı Devleti’nin Anadolu ile stanbul havâlisine münhasır olan kısımlarında herhangi bir zâbıta vukûâtına pek rastlanmamıştır. Nâdiren meydana gelen zâbıta vukûâtının da, umûmiyetle hıristiyan unsurlar ve bilhassa Rumlar tarafından tertip edildiği tesbit olunmuştur. Bu hakîkat, Osmanlılar’ın ahlâkî seviye itibariyle ne kadar ileri bir millet olduğunu göstermeye kâfîdir. Gerçekten Osmanlılar’da yankesicilik, dolandırıcılık, hırsızlık, ihtikâr ve sahtekârlık tamamıyla meçhûl şeyler olmuştur. Öyle ki, evlerin kapıları her zaman ardına kadar açık bırakılabilir ve yahut tahta bir mandalla tutturulabilirdi. Dükkânlar da aynı vaziyetteydi. Köyler ve Türkmen aşîretleri arasında da bu emniyet vardı.
Bunlardan dolayı eski Türk zâbıtası âdetâ işsiz bir zâbıta şeklindedir. Avrupa müelliflerini asırlarca hayretler içinde bırakan bu ulvî ahlâk seviyesinin başlıca âmili, elbette ki Kur’ân-ı Kerîm’dir. Zîrâ diğer dînlere mensub kimselerde bu seviye görülmemektedir.
Nitekim Daily News gazetesinde neşredilen bir mektupta batı hıristiyanlığının îkâz edilerek ibret almaya ve intibâha dâvet edilmesi de, bundandır.
Du Loir, Devlet-i Aliyye’de müşâhede ettiği emniyet ve asâyiş hakkında şöyle der:
“Bu memlekette hemen hiçbir cinâyet hâdisesi olmaz! Eğer bir-iki fevkalâde hâdise zuhûr edecek olursa, onlar da ya ânî bir feverândan yâhut da yol kesen haydutların şekâvetlerinden ibarettir.”
Baltacı’nın Prut seferi esnâsında, bir müddet Osmanlı ordugâhında da bulunmuş olan meşhûr seyyah de La Motraye:
“Ben Osmanlı mülkünde takriben ondört sene kaldım. Bütün şekâvetler gibi hırsızlığın da son derece nâdir olduğunu gördüm. Husûsiyle İstanbul’da hiçbir hırsızlık hâdisesi olmadığına şâhid oldum. Yol kesip haydutluk yapanların cezâsı ağırdı. Ondört sene içinde bu cezâya altı haydut çarptırıldı.Bunlar da hep Rum ırkından idi. Türkler’de yankesicinin olduğu mâlum değildi. Bunun için ceplerin, el çabukluğundan korkusu yoktu...” der.



İngiltere’nin İstanbul sefirliğinde bulunmuş olan Sir James Porter, bir Türk ve İslâm düşmanı olmasına rağmen şunları söyler:
“Osmanlı’da yol kesme, ev soyma, dolandırıcılık ve yankesicilik gibi hâdiseler âdetâ meçhûl gibidir. Harp hâlinde olsun, sulh hâlinde olsun, yollar da evler kadar emîndir. Bilhassa anayolları takip ederek bütün Osmanlı mülkünü en mutlak bir emniyet içinde baştanbaşa dolaşabilmek her zaman mümkündür. Dâimî bir seyr u seferle yolcu adedinin çokluğuna rağmen vukuâtın fevkalâde azlığına hayret etmemek kâbil değildir. Nice yıllar içinde ancak nâdir hâdiselere tesâdüf edilebilir.”
Fransız generallerinden Comte de Bonneval:“Haksızlık, tefecilik, tekelcilik ve hırsızlık gibi suçlara Türkler arasında rastlamak mümkün değildir. Gerek vicdânî bir akîdeden, gerekse cezâ korkusundan dolayı olsun, Türkler o kadar dürüstlük gösterirler ki, insan ister istemez onların doğruluklarına hayran kalır.” der.
Ubucini de şâhid olduklarını şöyle ifâde eder:
“Bu muazzam payitahtta dükkân sahipleri, herkesçe mâlum vakitlerde dükkânını açık bırakıp namaza gider. Geceleri evlerin kapıları alelâde bir mandalla kapatılır. Buna rağmen senede yalnız üç-dört hırsızlıkvak’ası bile olmaz. Ancak ahâlîsi sırf hıristiyanlardan ibaret olan Galata ile Beyoğlu’nda ise hırsızlık ve cinâyet vak’alarının yaşanmadığı birgün bile geçmez. Taşralarda da iffet ve istikâmet aynı derecededir. Son zamanlarda Daily News gazetesinde neşredilen mektubunda bir İngiliz seyyahının anlattığı şu menkıbeyi lütfen okuyun:

Bugün kendi eşyâmla arkadaşım olan eski bir Macar zâbitinin eşyâsını nakletmek üzre bir köylünün yük arabasını kiraladım. Sandıklar, port-mantolar, denkler, paltolar, kürkler, atkılar hep açıktaydı. Buralarda yatağın hayâli bile mevcût olmadığı için, ben, gece üstüne uzanmak üzere biraz kuru ot satın almak isteyince son derece nâzik bir Türk bana refâkat teklîfinde bulundu. Sonra da öküzlerini koşumdan çıkarıp bizim bütün eşyâmızla beraber sokağın ortasında bıraktı.Ben onun uzaklaştığını görünce arkasından seslendim:

“– Burada birisi kalmalı!” dedim.
Yanımdaki Türk hayretle sordu:
“– Niçin?”
Ben de:
“– Eşyâlarımızı beklemek için.” dedim.
Müslüman Türk şu cevabı verdi:
“– Ne lüzumu var? Merak etmeyin; eşyâlarınız bir hafta gece-gündüz burada kalsa bile dokunan olmaz.”



Ben de bu söz üzerine ısrar etmeyip oradan öylece ayrıldım. Döndüğümde hayretler içerisinde her şeyi yerli yerinde buldum. Hem de o sıralarda o yoldan Osmanlı askerleri mütemâdiyen gelip geçiyordu. Bu göz kamaştırıcı gerçek, Londra kiliselerinin kürsülerinden bütün hıristiyanlara îlân edilmelidir... İçlerinden bazıları belki rü’yâ gördüklerini zannedeceklerdir; ama artık uykularından uyansınlar!..”



Osmanlılar’daki dînî yaşayış, îmânı güçlendirdiğinden ve ictimâî dengeyi sağladığından hırsızlık ve gasba giden yollar vakıf müesseseleri ile kapanmış oluyordu. Maddî ve mânevî zaferlerin temelindeki müessir, helâl kazanç idi.

Yavuz Sultan Selîm Han’ın:
“Şâyet askerlerimin torbasında yabancı bağlardan koparılmış meyve görseydim, Mısır seferinden vazgeçerdim. Haramla zafer elde edilmez!” sözü meşhurdur.
Osmanlılar, doğruluk husûsunda eşsiz, nâmus konusunda da da son derece hassas bir gönül yapısına sahiptirler. Bu halleri, pek yüksek ve müstesnâ bir fazîlet arzeder ki, bu da, Kur’ân-ı Kerîm ile sünnet ahkâmından kaynaklanır.
Diğer taraftan Osmanlı’da doğruluk ve nâmus anlayışı, yalnız kendilerine değil, ırk ve mezhep ayırımı yapılmaksızın bütün milletlere karşı tatbik edilen umûmî bir şuûr hâlindedir. Bu gerçeği birçok misâllerde görebilmek mümkündür. Fâtih Sultan Mehmed Han devrinde Osmanlı mülkünü tedkîk eden papazların, kızlarını bir medreseye gönderip de sabahleyin onlardan aldıkları Türkler’in nâmusları hakkındaki mâlumat ve benzeri gerçekler, kendilerini İslâm ile şereflendirecek kadar tesirli olmuştur.

Gerek sultanların tâlimatları, gerekse ahâlî ve askerlerin tavır ve davranışlarında pek bâriz bir şekilde görülen bu hassâsiyet, düşmanlarımız tarafından bile itiraf ve ikrâr edilmiştir. Bu yüksek fazîletin yaşandığı Osmanlı’da tabiî bir netice olarak birçok ticarî ve iktisâdî antlaşmalar senetsiz yapılmıştır. Tek bir kişinin yıllarca dağlardan altınlar naklettiği halde hiçbir tecâvüze uğramaması da, Osmanlı’daki eşsiz doğruluk ve nâmus mefhûmunun başka yerlerde misli görülmemiş bir tezâhürüdür. Memlekette görülen birtakım hîlekârlık, sahtekârlık ve eğrilik gibi menfîliklerin, müslüman ahâlîden ziyâde gayr-i müslimlere münhasır olduğu yabancılar tarafından da açıkça ifâde ve itiraf edilmiştir.
A. de la Motraye şöyle der:
“Türkler’in namuskârlığını ifâde etmek husûsunda bir an bile tereddüt edemem. Ben dalgın bir kimseyim. Muhtelif dükkânlardan öteberi satın alırken bazen kesemi, bazen vakti anlamak için baktığım saatimi eşyâ yığınları arasında unuttuğum çok olmuştur. Bazen de vereceğim paranın iki mislini bıraktıktan sonra, dükkâncının fazla verdiğim parayı görmesine vakit kalmadan çekip gittiğim olur. Fakat şunu ifâde edeyim ki, benim bütün bu hâllerime rağmen Türk dükkânlarında hiçbir şeyim ve bir tek meteliğim bile kaybolmamıştır. Zîrâ dükkâncılar, vaziyeti anlar anlamaz peşimden hemen adam koştururlar. Eğer dalgınlığımın neticesini anladıktan sonra dükkâna dönememişsem, o zaman da unuttuğum şeyi iâde için ikâmetgâhımın bulunduğu Beyoğlu’na kadar adam gönderirler. Bu hâl bir kez değil, defalarca tahakkuk etmiştir.”
İsveç’in stanbul sefirliğini yapan ve bu esnâdaki tedkîkleri ile Osmanlı müesseseleri ve teşkilatı hakkında yedi ciltlik bir eser yazan d’Ohsson:
“Osmanlı Türkleri, diğer fazîletleri kadar nâmuskârlık, dürüstlük ve doğruluk gibi Kur’ân’ın en kıymetli ahkâmına dayanan meziyetleri itibariyle de şayân-ı takdîrdirler. Onların medh ü senâ edilecek meziyetlerinden biri de, verdikleri söze sâdık olmalarıdır. Onlar, başkalarını aldatmaktan ve emniyeti suistimal ile birkısım insanların saflığından istifâdeye kalkışmak ve istismar etmekten büyük bir vicdan azâbı duyarlar. Kendi aralarındaki bütün muâmelelerine yerleşmiş bulunan bu kemâli, hangi dîn ve mezhebe mensub olursa olsun, bütün yabancılara karşı da aynı şekilde gösterirler. Bu noktada müslimle gayr-i müslim arasında hiçbir fark gözetmezler. Çünkü onlar, her türlü gayr-ı meşrû kazançları İslâmiyet bakımından haram sayarlar ve meşrû olarak kazanılmamış bir servetin ne bu dünyâda, ne de âhırette hiçbir hayrı olamayacağına kat’î surette îmân ederler.” demektedir.

A. L. Castellan’ın Osmanlı’daki eşsiz namusa dâir anlattığı şu hâdise, çok ibretlidir:
“Dostlarımdan biri anlattı: İçinde bin kuruş bulunan bir torba ile İstanbul’dan Beyoğlu’na dönüyordum. Tophane iskelesi’ne çıkarken torbam yırtıldı. İçindeki bütün paralar da dökülüp rıhtımın üstüne dağıldı, bazıları da denize yuvarlandı. Ben «eyvah» bile diyemeden hemen oradaki halk, paraların üstüne üşüştü. Herkes bulabildiği kadar topluyordu. Ben şaşkınlıktan donmuş bir vaziyette ne yapacağımı bilemiyor, sadece bu hareketleri büyük bir endişe içinde takip ediyordum. Ne göreyim! Herkes, topladığı paraları deniz kenarında kalan torbama koyuyordu. Bunun üzerine içim biraz ferahladı. Hattâ kayıkçılar da, suya dalıp, denizin dibine gitmiş olan kuruşları çıkarmışlardı. Bütün bunlara karşı cömertlik göstermek istedimse de vazîfelerini yapmış olduklarından bahsederek her biri bir tarafa çekildi. Zaten o kadar kalabalıktılar ki, hepsine bahşiş yetişmezdi. Toplanan bütün paralar torbaya konduktan sonra bir hamal da onu yüklenip doğru evime kadar götürdü. Eve girdikten sonra büyük bir merak içinde paramı hemen saymaya başladım. Birçok ziyâna uğramış olduğumu zannediyordum ki, bin kuruşumun da tam olarak torbada olduğunu görünce hayretler içinde kaldım. Gözlerime inanamadım; bir daha saydım. Evet tek bir kuruşum bile eksik değildi.”
Charles Mac-Farlane, bir Türk düşmanıdır. Buna rağmen şu itirafı yapmaktan kendini alamaz:
“Dostum M.W’nin yemiş mevsiminde Çeşme ile İzmir arasında ekseriyetle ulak olarak kullandığı Bucalı Mustafa isminde fakir bir köylü vardı. Bu adamcağız altın torbalarını yüklenerek İzmir’den umûmiyetle akşamları hareket eder, bütün gece yol yürür ve sarp dağlar aşmak suretiyle otuz fersah gittikten sonra ertesi sabah kıymetli yüküyle Çeşme’ye varırdı. Bazen yolun bir kısmını katır üstünde katettiği olurdu. Fakat dağlara yaklaşınca daha çabuk gitmek için hayvanından inerdi. Sisamlılar’dan başka korktuğu yoktu. Fakat Mustafa onlara hiç rast gelmediği için, hiçbir zaman karşılaşmayacağına hükmediyordu. İşin asıl şaşılacak tarafı, yol boyunca herkesin onu tanıması ve taşıdığı yüklerin ne olduğunu bilmeyen kalmamasıydı. Buna rağmen İzmir tâcirleri içinde parasını o kadar tehlikeli bir yoldan göndermekte tereddüt eden yoktu...”
Fransız şâiri Lamartine de, seyahatnâmesinde İstanbul’dan ayrılırken Eyüb Sultan’da bir kahvenin önünden hareket edişini şöyle anlatır:
“... Yola çıkışımızı seyretmek için halk etrafımıza toplanmıştı; fakat hiçbir hakârete uğramadığımız gibi eşyâmızdan da hiçbir şey zâyî olmadı. Osmanlı’da doğruluk, sokaklarda dahî bir fazîlet hâlindeydi. Kahvenin önündeki ağaçların altında oturanlar ve yoldan gelip geçen çocuklar, at ve arabalarımıza eşyâlarımızı yüklerken bize yardım ettiler. Yere düşen öteberilerimizi ve unuttuğumuz şeyleri toplayıp kendi elleriyle bize getirdiler.”
Îmândan bir şûbe olan hayâ ve buna bağlı olarak gönle yerleşen tevâzû, Osmanlı’nın mümtaz vasıfları arasındadır. İffet ve ismet mefhûmunun hayata tatbiki husûsunda Osmanlılar, son derecede hassas davranmışlar ve bu sayede cemiyet nizâmını ayakta tutabilmişlerdir. Edeb ve hayâ ile tevâzûnun menbaı olan İslâm’a pek sıkı bir şekilde bağlılık göstermişler, birçok mevzûda olduğu gibi bu hususlarda da aslâ tâviz vermemişlerdir. Öyle ki, bir kadının saçına uzanmaya yeltenen kâfir elini, bir harp sebebi saymışlardır. Onlar, hayâ esaslarına riâyetle yükselmiş ve öz benliğini koruyabilmişlerdir. Bugünkü tâbirle o yapının halkı; “temiz toplum” hâlinde târihte tebârüz eden müstesnâ bir mevkii hâiz olmuşlardır.
A. Brayer şöyle der:
“Müslüman Türkler arasında hayânın bir neticesi olarak kibir ve gurur âdetâ yok olmuştur. Çünkü kibir ve gurur, İslâm’ın pek şiddetli bir şekilde yasakladığı menfîliklerdendir. Şöyle buyurulur:
“Yeryüzünde sakın azametle yürüme, insanlardan nazarlarını gururla çevirme!”
“Mütekebbir ve mağrûr olandan Allâh nefret eder!”
“Harekâtında mütevâzî ol, yavaş sesle konuş!”
“Kibir cehâletten ileri gelir, âlim aslâ mağrûr olmaz.”
“Tevâzû insana necâbet verir.”

Bundan dolayıdır ki, Osmanlı’nın yürüyüşünde vakar ve ihtişâm olmakla beraber aslâ kibir ve azamet yoktur. O, dâimâ yavaş sesle konuşur. El ve kol hareketlerinde hiçbir zaman mütehakkimâne bir edâ sezilmez. Hizmetinde tatlılık ve kolaylık vardır.”
Bu sözlerin hemen hemen hepsi, gayr-i müslim kimselere aitti. Kendi içimizdeki gözlerle ecdadı tanımaya çalışmak taraflı bir sonuca götürebilir belki ama, kimi zaman Osmanlının hasımları sayılabialecek seyyahların söylemiş oldukları sözler, ne temiz ve pak bir ecdada sahip olduğumuzun isbatı.
Devamı ...

Ölüm döşeğinde yatan Hz. Ali’nin vasiyeti neydi?

18 Ağu 2010
Mü'min kardeşlerinizle bağlarınızı koparmayın. Birbirinize iyilikte bulunun, birbirinize sırt çevirmekten, aranızdaki ilişkileri koparıp ayrılıklara düşmekten sakının. Günah ve düşmanlık üzere değil, iyilik ve takva üzere yardımlaşın. Allah'a karşı gelmekten sakının.

Hz. Ali'nin vasiyetine kulak verelim
Hz. Ali, hain bir el tarafından yaralandığında oğlu Hz. Hasan ağlayarak yanına girer. Hz. Ali: "Seni ağlatan nedir oğlum?" der. "Nasıl ağlamayayım, sen vefat etmek üzeresin." der. Hz. Ali: "Yaptığında sana zarar vermeyecek sekiz tavsiyemi ezberle oğlum" der ve sözlerine şöyle devam eder:

"Zenginliğin en iyisi akıl zenginliğidir. En büyük fakirlik de ahmaklıktır. En büyük yalnızlık kendini beğenmektir. En büyük şeref güzel ahlâktır." Hz. Hasan, "Babacığım bu dört
tanesi. Bana diğer dördünü öğret." dediğinde ise
Hz. Ali şöyle buyurur:

"Ahmakla arkadaş olmaktan sakın. Sana faydalı olmak isterken zararı dokunur. Yalancı ile arkadaş olmaktan sakın. Çünkü o sana uzağı yakın, yakını uzak gösterir. Cimri ile arkadaş olmaktan sakın. Çünkü o kendisine en çok ihtiyaç duyduğun anda senden uzaklaşır. Fâsıkla, kötü kimse ile arkadaş olmaktan sakın. Çünkü o, çok değersiz bir şeye seni satar."

Hz. Ali, oğulları Hasan ve Hüseyin'e, özetle takvalı olmalarını, namaz kılmalarını, zekat vermelerini, öfkelerini yutmalarını, dost ve akrabalarına ziyarette bulunmalarını, affedici olmalarını, Kur'ân'a bağlı yaşamalarını, komşularıyla iyi geçinmelerini, kardeşleri Muhammed b. Hanefiye'ye iyi davranmalarını vasiyet eder.

ALLAH'IN İPİNE SARILIN, DAĞILMAYIN! 
Hz. Ali evlatlarına şu vasiyette bulunur:
"Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla. Bu, Ebu Talib oğlu Ali'nin vasiyetidir ki, o, Allah'tan başka ilah bulunmadığına, O'nun ortaksız olduğuna, Muhammed'in de O'nun kulu ve elçisi olduğuna şehadet eder. Puta tapanlar hoşlanmasa da, dinini bütün dinlerden üstün kılmak üzere Peygamberini doğru yol ve hak dinle gönderen Allah'tır. Namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm, âlemlerin Rabbi Allah içindir. Onun hiçbir ortağı yoktur.

Böyle emrolundum ve ben Müslümanların ilkiyim. Ey Hasan, ey bütün oğullarım ve ey bu yazımın kendisine ulaştığı herkes; Allah'a karşı takvalı olmanızı, ancak Müslüman olarak ölmenizi size vasiyet ediyorum. Hepiniz topluca Allah'ın ipine sarılın, dağılmayın.

Akrabalarınıza bakın. Namazınızı kılın ki, Allah hesabınızı kolaylaştırsın. Yetimlere haksızlık etmekten sakının. Onları dinlemezlik etmeyin. Onlara haksızlık edilmesin. Komşularınıza haksızlık etmeyin. Çünkü onlar, peygamberinizin size emanetidir. Onlar hakkında o kadar vasiyette bulundu ki, biz onları bize mirasçı kılacağını sanmıştık. Kur'ân'ın emirleri dışına çıkmayın. Sizden başkaları sizden önce Kur'ân'la amel etmesin. Önce siz amel edin.

NAMAZINIZA DİKKAT EDİN!
Namazınıza dikkat edin. Çünkü o, dininizin direğidir. Rabbinizin Beyt'inden uzak durmayın. Issız kalmasın. Hayatta bulunduğunuz sürece onu ziyaret edin. Eğer onu metruk bırakırsanız, size rahmet nazarıyla bakılmaz. Ramazan ayına dikkat edin. Çünkü o ayda tutulan oruç, Cehennem ateşine karşı bir kalkandır. Allah yolunda mallarınız ve canlarınızla cihad etmeye bakın. Zekât ödememezlik yapmayın. Çünkü zekât, Rabbin öfkesini söndürür. Peygamberinizin ashabını da kollayın. Çünkü Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), onlara iyilik yapılmasını vasiyet etmiştir. Yoksullara ve düşkünlere yardımcı olun, onları geçiminize ortak edin.

Mü'min kardeşlerinizle bağlarınızı koparmayın. Birbirinize iyilikte bulunun, birbirinize sırt çevirmekten, aranızdaki ilişkileri koparıp ayrılıklara düşmekten sakının. İyilik ve takva üzere yardımlaşın. Günah ve düşmanlık üzere yardımlaşmayın. Allah'a karşı gelmekten sakının. Çünkü Allah, azabı şiddetli olandır. Allah, sizi ehl-i beytin şikâyetinden muhafaza etsin. Peygamberiniz, onları sizin üzerinize bekçi kılmıştır. Sizi Allah'a emanet ediyor, size selam söylüyorum. Allah'ın rahmeti üzerinize olsun."

Hz. Ali'nin bu vasiyeti bizim için bir yol haritasıdır. Ne mutlu bu yol haritasına uyup istikametten ayrılmayanlara!
Devamı ...

Ayasofya Cami mi, kilise mi, yoksa müze mi?

16 Ağu 2010

“Devekuşu”nun hikâyesini bilirsiniz… Bir “yük” yüklemek istemişler sırtına… Devekuşu, “Ben kuşum” demiş!.. “Madem öyle; uç, o zaman” demişler, bu defa da “Ben deveyim” demiş!..

Bazı olaylar da “devekuşu”nun hikâyesine benziyor!.. “Deve” midir, yoksa “kuş” mudur, bir türlü anlaşılamıyor!..
Daha doğrusu;
İşlerine gelince “deve” oluyorlar, işlerine gelmeyince “kuş!”
Meselâ, Ayasofya!..
Sorsanız “Ankara”ya;
“Ayasofya bir cami midir, kilise midir, yoksa müze mi?”
Verecekleri cevap belli:
“Ayasofya bir müzedir!”
Farzedelim ki, bu doğrudur!..
Peki ama, birkaç gün sonra Türkiye’ye gelecek olan Papa, “hangi Ayasofya’yı” ziyaret edecektir?..
“Müze Ayasofya’yı” mı?..
“Kilise Ayasofya’yı” mı?..
“Cami Ayasofya’yı” mı?..
Diyecekler ki;
“Müze Ayasofya’yı!”
Peki, soralım o zaman;
“Müzede ibadet edildiği görülmüş şey midir?”
Öyle ya;
Papa, Ayasofya’yı sadece “ziyaret” etmekle kalmayacak, orada “ibadet” de edecek!..
Eğer “ibadet” edebiliyorsa, orasını “kilise” olarak görüyor demektir!..

ATATÜRK’ÜN İMZASI TARTIŞMALI!
Oysa, biz biliyoruz ki;
Fatih Sultan Mehmed Han tarafından fethedilen İstanbul’da, “ilk Cuma namazı” kılınan mekândır Ayasofya!..
Yani, 1453 yılından 22 Kasım 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararına kadar da, “cami”dir!..
Kaldı ki, Bakanlar Kurulu’nun “o kararı” da hâlâ “tartışmalı”dır!..
Evet; “Bakanlar Kurulu”nun kararı ne kadar geçerli ve o kararın altındaki “Atatürk’ün imzası” ne kadar gerçekçi?..
Bu “imza” olayı, yıllardır tartışılıyor.
Ayrıntılara girmeden, sadece bir “soru önergesi”ni yeniden gündeme getirmek istiyorum.
AK Parti Adana Milletvekili Atilla Başoğlu, yanılmıyorsam 22 Şubat 2006′da bir “soru önergesi” vermişti Meclis’e…
Atilla Başoğlu, Ayasofya Camii’nin müzeye çevrilmesi ile ilgili 22 Kasım 1934 tarihli kararnamede birtakım çelişkiler bulunduğu, “Atatürk’ün imzasının sahte olduğu” ve metinde “ibadete kapatılacak” ibaresinin bulunmadığı iddiaları ile ilgili olarak Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin’in cevaplaması talebiyle TBMM Başkanlığı’na sunduğu önergede;
“Atatürk’ün ibadet bölümünün müze yapılması fikrine fevkalâde kızdığının Şükrü Kaya tarafından beyan edildiğini” ifade etmişti.
Kararnamede farklı antetli kâğıtlar kullanıldığını belirten Başoğlu, kararname numarası ile tarihi arasında önemli çelişkiler tespit edildiğini bildirmişti.
Kararnamede, “K.atatürk” şeklinde bulunan imzasının soyadı kanunundan 3 gün öncesinin tarihini taşıdığı ve sözkonusu kanun çıkıncaya kadar kendilerinin “Gazi Mustafa Kemal” imzası kullandığının bildirildiğine dikkat çeken Başoğlu, şu soruyu gündeme getirmişti:
“Emniyet Genel Müdürlüğü’nün 1997 tarihli incelemesinin, bu imzanın Atatürk’ün normal imzasıyla örtüşmediği, 1924 Anayasası’na göre Danıştay’ın görüşünün alınması ve mütalaanın kararnameye eklenmesi gerekliydi. Bakanlığınıza bağlı kuruluşlar, konuyla ilgili incelemede bulunmuşlar mıdır? Ne gibi sonuçlara varılmıştır? Görüşleri nelerdir? Sözkonusu kararnamenin hükmü nedir? İddialar haklı ise kararnamede esasta hatalar mevcutsa, bunların tespiti sonrasında hukukî durum ne olacaktır?”
Buyrun, bir “tartışma konusu” daha!..
Tartışacaksak, asıl bunu tartışalım!..
“Atatürk’ün imzası, sahte midir, değil midir?.. Onun yerine imza mı atılmıştır?” sorusunu açıklığa kavuşturalım da, ondan sonra “müze” olduğu iddialarına inanalım!..
Ve soralım:
Ayasofya, eğer “müze” ise, Papa’nın orada “ibadet” etmesine göz yumulacak mı?..Bir soru daha:
Bir “müze”de ibadet etmek serbest ise, orada “namaz” kılan Alperen Ocakları’na mensup gençler niye gözaltına alındı?..
Ne yani;
“Papa”ya serbest olan ibadet, “Alperen”lere yasak mı?

ASIL İŞGAL EDİLEN, KURTUBA CAMİİ!
Duydum ki, İtalyan gazeteleri şöyle başlık atmışlar:
“Ayasofya işgal edildi!”
Demek ki, Ayasofya’yı onlar da “kilise” olarak görüyorlar!.. Evet, öyle görüyor olmalılar ki, “Ayasofya’da namaz” kılınınca, nasırlarına basılmış gibi havalara zıplamışlar!..
Peki ama, “kendileri” ne yapıyor?..
Bir yandan “kilisede namaz kılındı” diye böğürüyorlar, öte yanda kendileri “camide ayin” yapıyorlar!..
Evet, “cami”de!..
“Kurtuba Camii”nde!..
Daha önce de yazmıştım;
İspanya’da bulunduğumuz 11 Kasım 2005 günü; “Endülüs İslâm Medeniyeti”nin muhteşem eserlerinden biri olan ve fakat, “hançerlenip”, tam böğrüne “katedral” oturtulan “Kurtuba Camii”nde, sadece “2 rekât namaz” kılmamıza izin verilmemişti!..
Ama, bu muhteşem caminin diğer bölümlerinde “ayin” yapılıyordu!..
“Papaz”ların, “kardinal”lerin seslerini duyduğumuz o mekânda, “Kurtuba Camii” olarak kalabilen bölümün, ne yazık ki “mihrabı kapalı”ydı!.. “Minber” de “zincirli ve kilitli”ydi!..
Dahası da var!..
“Namaz” kılarsak, “anlayış” gösterilip gösterilmeyeceğini sorduğumuz İspanyol rehber; “Bırakın anlayış gösterilmesini” deyip, eklemişti: “Burada namaz kılmak, özellikle yasak!”

TAM BİR BATI İKİYÜZLÜLÜĞÜ!
Şimdi sormak gerekmez mi, İtalya’daki bu “Hıristiyan” güruha;
“İşgal edilen Ayasofya mıdır, yoksa Kurtuba Camii mi?”
Öyle ya;
Kurtuba Camii’nde her gün “ayin” yapılıyor!.. Ayasofya ise, “namaz”a kapalı!..
“Camide ayin” yapan İspanyollara kimsenin gıkı çıkmıyor!.. Ama, Ayasofya’da “namaz” kılındı mı, hemen havalara zıplıyorlar!..
Söyleyin Allah aşkına;
“İkiyüzlülük” değilse, nedir bu?..
Ama, asıl “çifte standart” bizde!..
Hâlâ karar veremedik;
Ayasofya bir “cami” midir, “kilise” mi, yoksa “müze” mi?..
Görünen o ki;
“Kesin karar” verilmediği sürece, bu tartışmalar devam edecek!..
Ve biz, hep soracağız;
“Cami” ise, niye “namaz” kıldırılmıyor?.. “Müze” ise, Papa’nın “ibadet”ine niye izin veriliyor?..
Var mı, bu soruların cevabını verecek biri!??
Hasan Karakaya
Vakit Gazetesi
Devamı ...